Bu Blogda Ara

17 Kasım 2010 Çarşamba

Popüler kültürün kalıcı imajları

Kimilerine göre iletişimde kelimelerin yerini hiçbir şey tutamaz, ama bazı imgeler o kadar güçlü ki, onlara dair tek bir kelimeyle 3-4 cümlede anlatabileceğimiz bir şeyi 4 saniyede anlatıyor ve anlaşılıyoruz. Ortak imgelerle iletişim kuruyor, onlar aracılığıyla ortak bir dili yakalıyoruz. Bir sabah kendinizi Çin’in en kalabalık caddelerinden birinde bulsanız, Çince ‘evet’ in nasıl telaffuz edildiğini bile bilmeden, birkaç saat içinde karnınızı doyurmuş ve -hayal gücümüzü bu yazı için biraz zorlayalım- arkadaş edinmiş olarak evinizin yolunu tutmuş olmanız işten bile değil. Nasıl mı? Dünyanın her yerinde, ortak bir dili paylaşan bir kitlenin imgelerini kullanarak: McDonalds, James Bond, Mickey Mouse, Superman ve bunun gibi yüzlerce ortak kültürel imge. Bu kelimeler, pandomim sanatındaki yeteneğinizin de birazcık katkısıyla her dilde aşağı yukarı aynı şeyleri sembolize ediyor: yemek, macera, eğlence ve uçarak eve dönüş. Mutlu Son.

Yani eğer popüler kültürden bihaberseniz, tanıdık topraklar dışında eliniz kolunuz bağlı demektir. Peki, böyle durumlarda bu kadar yararlı olan popüler kültür, sadece günlük yaşamda değil, sanat dünyasında da bir şeyleri ifade etmek için kullanılıyor olabilir mi? Teneke kutuları, diş macunu tüplerini, Coca-Cola şişelerini, pop yıldızlarını ve magazin kültürü ikonlarını konu alan bol renkli resimler sanat mı, yoksa ait oldukları yerde, reklam panolarında mı kalmalılar?

“Sanatın günlük hayat ile ilgisi yoktur, zaten her gün gördüğüm şeylerin, tam da onlardan kaçmaya çalışırken karşıma çıkmasından hoşlanmıyorum” diyorsanız, siz de 60’lı 70’li yılardaki çoğu sanat eleştirmeniyle hemfikirsiniz. Size göre, kitlesel eğlenceyi ve tüketimi temel alan hareketlerin yüksek sanat karşısında hiçbir değeri yok. Ama çoğu insan artık böyle düşünmüyor. Sanat hakkındaki fikirlerinizi gözden geçirmeniz gerekiyor. Beraber bakalım:Eleştirmenlerin sanat hakkındaki fikirlerini gözden geçirmeye başlamaları 50’li-70’li yıllara denk geliyor.

Garip görünüşlü bir adam, 1962 senesinde New York’ta bir sergi açıyor. Sergideki eserler, o zamana göre gayet şaşırtıcı. Elvis Presley’in, Marilyn Monroe’nun ve daha birçok ünlünün portreleri sergi salonunun duvarlarında asılı. Ama sergiyi ziyaret edenlere sunulan bu popüler kişilikler, Warhol’un eserlerine temel aldığı orijinal fotoğraflarındaki gizem perdesinden sıyrılmış, serigrafi tekniğiyle rengarenk çoğaltılmış. İşte bu sergi, pop art’ı başlatıyor deniyor; ama daha doğrusu pop art’ın babası diye de bilinen Polonya asıllı Andy Warhol’un ünlenme sürecini inanılmaz derecede hızlandırıyor.

Aslında pop art, zaten 50’li yılların başında İngiltere’de başlayan ve daha sonra da Amerika’da yaygınlaşan bir sanat akımı. Pop art reklamcılıktan ve günlük tüketim mallarının renkli paketlerinden, çizgi roman karakterlerinden, film yıldızlarından ve pop şarkıcılarından besleniyor. Tüketicinin arzularını yansıtıyor; özellikle Amerika’da uygulandığı haliyle hem tüketim kültürünü eleştiriyor, hem de onu tekrar üreterek besliyor. Amerikalı sanat eleştirmeni Harold Rosenberg, pop art’ı şöyle tanımlıyor: Kendini reklamcılıktan nefret eden sanat akımı olarak lanse eden reklamcılık sanatı.


Bu derin cümleyi analiz etmeyi sonraya bırakıp, Andy Warhol’a dönelim ve onun niçin pop art’ın en önemli temsilcisi olarak görüldüğünü anlamak üzere kendisini meşhur eden serginin ardından kariyerinin nasıl bir çizgide ilerlediğine bir bakalım. Warhol, 1962-1964 yılları arasında Factory isimli atölyesinde 2000 kadar resim üretiyor. 1963 senesinde 6 saat uzunluğundaki Uyku isimli filmi, ertesi sene de 8 saatlik Empire’ı çekiyor. 8 saatlik filmin yapım aşaması gayet basit: New York Empire State Building’in karşısına bir kamera yerleştiriyor ve kaydetmeye bırakıyor. Filmin ne bir senaryosu, ne de oyuncuları var. Filmin tek yıldızı Empire State Building ve temsil ettiği her şey.

Hemen hemen tüm eserlerinde artık kanıksanmış yüzleri, markaları, binaları tekrar tekrar üreten ve sunan Warhol’un pop art’ın asıl temsilcisi olarak bilinmesinin nedeni belki kendisinin de zaman içinde bir pop kültür simgesine dönüşüvermiş olması. Warhol, 1987’de bir enfeksiyon yüzünden öldüğünde New York’un ünlü gazetesi The Village Voice’un manşeti “Tanrı öldü mü?” idi.

Elbette ki, pop art sadece Andy Warhol ismiyle, Warhol’un eserleri de Monroe’nun ve diğer ünlülerin portreleriyle sınırlı değil. Ama, Ağustos’un ilk haftası bu iki isim gayet ironik bir şekilde bir araya geliyor. 5 Ağustos’ta evinde ölü bulunan Monroe’nun serigrafik resimlerini de içeren sergisiyle büyük ün yakalayan Warhol’un 6 Ağustos’ta 78. doğum günüydü. Bizce en sağlam arama motoru olan Google da ana sayfasında Monroe için bir incelik düşünmemişti ama, 6 Ağustos’ta Google aramalarımızı şu simge üzerinden yaparak Warhol’un tekrar üretimine katkıda bulunmadıysak bile, kafamızdaki imajını tazeledik ve pop dünyamızda yaşatmaya devam ettik.

istegenc.com.tr

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder